top of page

‘İç’in Koruyup Dilin Söyleyemediği ‘Sır’ Dışarıda mı? İçeride mi?

‘Bir büyük sır söyleyeceğim sana, dudağımdaki her söz dillenen bir yoksulluktur..’ Sır, dillenmek ve yoksulluk (yoksunluk?) kelimelerinin bir arada bulunduğu bu Louis Aragon dizesi, eksiklik/yoksunluk ve söze dökülme arasında bağlantı kurar. Bir yoksunluğu söze dökmek ne kadar zorsa, sır kavramını kelimelerle anlatmak da bir o kadar zor olacaktır.


Sır nedir? Akıllara, saklanan, korunan, dışarı çıkması mümkün olmayan gibi kelimeler geliyor. Sözlük anlamıyla ‘sır’, aklın erişemediği, açıklanamayan veya çözülemeyen şeydir. Aklın ulaşamadığı, her zaman merak uyandıracaktır. Dolayısıyla, ortada bir sır varsa, ya içine girilmeye çalışılacak ya da üstü örtülüp görmezden gelinme yoluna gidilecektir. Her bilinmeyende baş etme yolu, çoğunlukla kontrol etme ve mutlak iktidar elde etme isteğinden geçer. Geleceğin ve geçmişin bilinmeyenlerinin, sırlarının ve ötekinin ‘giz’eminin, iktidar sahiplerinin mutlak idaresiyle hâkimiyet altına alınmaya çalışılması mitolojide, tarihte ve hatta günümüzde de kendini göstermiş, göstermeye devam edecektir. Fakat sözler her zaman yaşananı ve yaşanacak olanı anlatmakta yeterli değillerdir. Çoğu zaman bir felaketi de birlikte getirebilirler. Kral Laios’un, kendisini öldüreceğini kehanetle öğrendiği oğlu Oedipus’u ormana bıraktırması Laios’un ölümünü engellememiştir. Sırların yarattığı gizem, Kral Laios’ta olduğu gibi, tekinsizlik hissine neden olabilir. Bu rahatsız edici histen kurtulmak için ya onun yaptığı gibi öğrenmeye çalışma yoluna gidilecek ya da tekrarlanan ve obsesif hale gelen davranışlarla üstü örtülecektir.





Açığa çıkmayan, aile içinde tutulan ya da kişinin kendi içinde tuttuğu sırlar, gizemin ötesinde ötekiyle araya konulan bir sınır niteliği de taşır. Ötekinin gizemi, ulaşılamayan olarak zihinlerde kodlanır. Sırrın bir anlamının da aynanın arkasına sürülen ince madde olduğunu düşünürsek, Lacan’ın birey olarak var olma üzerine ortaya attığı ‘ayna evre’sini sorgulayabiliriz. Anne-çocuk ‘bir’liğinin, annenin gözlerindeki yansımayla çocuğun anneyle kendini bir olarak düşünmesinin anlatıldığı ayna evresi, aynanın arkasındakinin birey olarak şekillenmeye başlamasıyla, ‘sır’rın ötekinin (annenin) yarattığı hayal kırıklığı olarak ortaya çıkmasıyla sona erecektir. Fakat bu hayal kırıklığının ödülü, tek başına birey olarak var olma olacaktır. Bu durumda olduğu gibi, sinema perdesi de seyirciye, hem yukarıda belirttiğim iktidar sahibi olup, tüm güçlülükle her şeye sahip olma ve kontrol etme hissini, öznellikle nesnelliğin birlikte var oluşunun kaydını verir. Ek olarak da, ayna evresinde olduğu gibi yönetmenin yansıtmak istediği kadarını yansıtmasıyla, karakterlere dair eksiklikleri paylaşmamasıyla ve sırları kendine saklayarak seyirciyi tekinsiz bir alanda var olmasına olanak sağlamasıyla perde, tek başına etkin olma hissini verir. Tüm bu hisleri ve ‘sır’ kavramını sinemayla başarılı birleştiren bir filmle teorik olanı pratiğe dökebiliriz.


2012 yapımı, senaryosunu ve yönetmenliğini Ali Aydın’ın üstlendiği ‘Küf’ filmi, aile sırlarından iktidar sahiplerinin sırlarına, bir olmaya, etkin olamamaya ve aynanın ilk kırılmasıyla tutmak zorunda olduğumuz çocukluk yasını hatırlatan ‘yas tut(ama)ma’ olgusuna dikkat çekmesiyle başarılı bir yapıt. Filmde, başkahraman Basri’nin, ‘gözaltında kaybolan’ oğlunu araması konu ediliyor. Aklının ulaşamadığı, iktidar tarafından saklanan ve 18 yıl boyunca vakıf olmak için uğraştığı bir sırla, gizemle karşı karşıya bırakılıyor Basri. Yönetmenin sık sık eksik bıraktığı konuşmaların, karanlık ve boş mağaraların gösterimi ve yatay, sıralı bir zamanın olmayışının, oğluna ne olduğu bir sır gibi saklanan Basri’de yarattığı huzursuzluk gibi, izleyici olarak bizleri de perde karşısında tekinsiz hissettiriyor.


Shakespeare’in Hamlet’inde olduğu gibi, ortadan bir sır gibi yok olan kişinin hayaletinin gelip eksiklikleri tamamlamasını, yaşadıklarını anlatmasını, zihnimizi bu tekinsizlikten kurtarmasını bekliyoruz, ama olmuyor.

Filmin başlarında, karakola götürülmesini görüyoruz Basri’nin. Amir (Murat) ile konuşmasında, Basri’nin kaybolan oğlunu 18 yıldır bulmak için dilekçeler yazdığını duyuyoruz. Amir, yargılar bir tavırla hala neden beklediğini soruyor, Basri belki bir haber gelir, hiç olmazsa kemiklerini versinler, ölüsünü bulayım, mezar yaparım çevrelerim diyor. Bu belirsizlikten kurtulup somut bir şey elde etmek istiyor, neyi kaybettiğini bilmek istiyor belki. Saklanan sır ortaya çıksın, eksiklikler tamamlansın istiyor. Ancak neyi kaybettiğini bilirse tamamlanacağını, sırların ortaya çıkmasıyla yasını tutacağını ve aynanın arkasındakini görüp yüzleşerek ayrışabileceğini düşünüyor. Amir, ‘ne zamandır buradasın?’ diyor. Basri ‘Zaman?’ diyor. Zaman olgusuna bir vurgu var. Geçmiş, şimdi ve gelecek zaman birbirine karışmış durumda, bu durum kaygı uyandırıyor. Bu noktada, ‘Sözler zamanı öldürür’ diyen Hegel geliyor aklıma. ‘Sır’ kavramını, yaşananın söze dökülmeyişi olarak kabul edersek, Basri’nin sırrı öğrenmek için, somutlaştırmak için karşı tarafın sözlerine ihtiyaç duyması anlamlı. Aslında, somutlaştırmak isterken bir yandan da kendisi susuyor, kimseyle gidip konuşmuyor. Obsesyona benzer bir davranışla, sürekli olarak dilekçeler yazıyor. Bütün bunlar sanki kendisinin de bir sır gibi içinde tuttuğu oğlunu koruyor. Bir kaybı kabullenmemek, dile dökememek, aslında iç dünyada yok olanı varmış gibi canlı tutmaktır. Söze dökülünce, kopuk olan ama yine de bir şekilde korunan ve var olan zaman, canlı olandan cansız olana (sözlere) geçer ve ölür. Basri bir yandan sırrı öğrenmek isterken bir yandan da tüm bu döngüden kurtulup mezarını çevreleyeceği oğlunun yasını tutabilecek midir? O zaman, Basri, işlevsel gibi görünen yanından da vazgeçmek durumunda kalmayacak mıdır? Suskun ve yalnız bir adamdır Basri, tren yollarında yol bekçisi. ‘Yolları gözlüyor’. Tüm bu gözlemeler, oğlunun haberini duyarım diye elinden düşürmediği (oğlunun İstanbul’dan gönderdiği) radyo ve dilekçeler aslında Basri’yi işlevsel kılan, hayatta canlı olarak tutan şeylerdir. Ötekinde olan sırrı açığa vurmaya çalışırken, iç dünyasında sakladığı sırlara ne kadar vakıftır aslında? Basri’nin sırrı, oğludur, hükümete karşı gelen, onu bırakıp giden ve her an ölecek diye düşünmesine rağmen hastalık bile geçirmeyen oğlu. Onu içinde yaşar Basri. Arada gelen epilepsi nöbetleri, iç dünyadan dışarıya taşan bir deprem gibi vurur ve bilinçsiz bırakır Basri’yi. Tren yollarında memur olarak çalışmasına tek engeldir bu nöbetler. Bunca travma karşısında yapayalnız ayakta dururken, fiziksel olarak onu yere yatıran tek durumdur. Her şey bu kadar canlı bir şekilde Basri’de ‘yaşanıyorken’, bu durumun dillendirilmesi memurluk hayatına son vereceği gibi, iktidar sahiplerinin de sırrı açığa vurması bir şeylerin ‘son’unu getirecektir. ‘Yaşanma’ durumunu yok eder sözler çoğu zaman. O yüzden öldürürler zamanı. Söze dökülünce, yaşamaktan düşünmeye geçmek durumunda kalır insan. Oğluna ne olduğunu öğrenince Basri, belki bunca yıldır kendine de ne olduğunu anlamak durumunda kalacak ve bu durum onun için çok ağır olacaktır.


Tüm belirtilenlerin yanı sıra, genel olarak sinemanın hayatımızda önemli bir yanı daha vardır. Başka birinin (yönetmenin ya da senaristin) öznelliğiyle perdeye aktarılan kurgu, izleyiciye kendi öznelliğiyle hem etkin olma hem de edilgen olma olanağı verir. Hem mağdur olma hem de mağdur eden olma özelliği taşıdığını düşünürsek, Küf’te de böyle bir işlevin olduğunu düşünebiliriz. Perdeye yansıyanın başka birinin öznelliği olduğunu aklımızda tutarak, bunun bir sır olduğunu düşünelim. Dolayısıyla bu sır, hem etken hem de edilgen yapabilir bizleri. Biz filmin karşısında bu durumu yaşarken, ana karakter Basri de zaman zaman aynı hissi bizimle paylaşmaktadır. İktidara sahip olanların belki de bu yapıyı korumak için, kendilerine karşı geleni yok etmek adına kaybettikleri bu oğulları içeren bu sır karşısında Basri, baş etmekte zorlanmaktadır. Tekrarlayan davranışlarının yanında, iş arkadaşı Cemil’in tren garında bir kadınla yaşadığı cinsel birlikteliği gören Basri, bu sorunu çözmek yerine, Cemil’in kafasına demirle vuracaktır. Bu durumda, kendisinden çok önemli bir parçayı saklayan otorite karşısında, onun gibi davranan bir kişi görürüz. Anneyle bir olma duygusunu yaşayan çocuğun gerçeklikle (kendisini ayrıştıracak olan yasaklı figürle, babayla belki) karşılaştığı durumda, babaya isyan etmenin yanı sıra baba gibi davranmaya başlamasına benzer olarak Basri de, yasaklayan devlet gibi davranır. Sorunu çözmek yerine, sorunu yok eder, hatta sonraki sahnelerde, Cemil’in arkasından gelen vagonu görüp onun öleceğini bildiği halde Cemil’i ikaz etmez. Artık somut olarak, Basri’nin de bir sırrı vardır. Ve ne zaman olur ki Basri devlet gibi davranıp sırrı görür, o zaman amir gelir ve oğlunun bulunduğunu haber verir.

Filmin sonunda elinde oğlunun kemikleriyle Basri’yi görüyoruz ve yönetmen yine bizi kendimizle baş başa bırakıyor. İç dünyamızın sırlarıyla baş başa kalırken, Basri gibi çoğumuz kendimize de sınırlar koyuyoruz. Ötekindeki gizem bu kadar ulaşılmaz bir sınır koyarken, ona ulaşmaya çalışıp bir yandan da göz ardı ederken, kendi sırlarımıza ne kadar vakıf oluyoruz? Aynanın arkasındaki sırra ulaştığımızda, karşımıza çıkan boşlukla baş edebilecek miyiz? Bir sır, saklama ediminin büyüsünü de birlikte getirebilir. Sırlar ortaya çıktığında ya da biz aynanın arkasına geçip onu görmeye yeltendiğimizde korunan ya da saklanan şeyin eylemden (yani yaşanandan) başka bir şey olmadığını görürsek ne olacaktır? Boş olanla baş etmek kötü ama saklananla baş etmekten her zaman daha zor olacaktır. Hiç olmayan nesne, bazen kötü nesneden daha rahatsız edicidir.



Psikeart Dergisi

Comments


bottom of page