top of page

Dogville

Lars Von Trier’in yönetmenliğinde 2003 yapımı ‘Dogville’, çetenin elinden kaçan bir kadının isteksizce küçük bir Colorado kasabasına kabul edilmesinin sürecini anlatır. Hikâye kısaca Grace’in (Nicole Kidman) kabul edilme sürecini temel alsa da, birçok açıdan derinlemesine anlamlara sahip. Bu yazıda, film, psikanalitik açıdan ele almaya çalışılacaktır.


Yönetmen bize filmde, ne anlatmaktadır. Nasıl anlatmaktadır? Bize ne hissettirmektedir?

Genel olarak, Lars Von Trier filmlerindeki izleyici konumunu ve bize hissettirdiklerinden bir parçayı değerlendirirsek belki şunu diyebiliriz; yönetmen, seyircileri adeta bir ‘ilk sahne’nin (primal scene*) izlenmesiyle baş başa bırakır. İzleyiciler olarak biz, bizim de orada izleyen olarak var olduğumuzu söylemek için durdurulamayan bir istek duyarız ve bunu bastırmaya çalışarak, rahatsızlık verici olanı izlemeye devam ederiz. İzlemeye devam etmemizin sebebi de belki; filmlerin rahatsız edici olduğu kadar da merak uyandıran bir yapısı olmasıdır.



*Psikanalizde, ilk ya da birincil sahne, bir çocuğun psikoseksüel gelişimini travmatize eden, genellikle ebeveynler arasında bir seks eyleminin tanıklığıdır. Bu tanıklık, gerçekten olduğu kadar, çocuğun fantezi dünyasında kurmuş olduğu bir tanıklık da olabilir.


Dogville; Cennet mi Cehennem mi?


Filmde iyilik-kötülük karşıtlığı çok çarpıcı bir biçimde verilmektedir, fakat filmin sonuyla birlikte kafa karıştırıcıdır; Dogville kasabası muhteşem doğa örtüsüyle birleşmiş, insanlara Bektaşiüzümlü kekler ve elmalar sunan bir cennet midir? Yoksa yakılmaya mahkûm, ahlaksız bir Cehennem mi?


Filmde, karşıt uçlarda duran, birbiri ardında farklı saflarda vücut bulan yıkıcılık, kandırma, sado-mazoşizm, sahtelik ile yüceltme, idealleştirme mekanizmaları farklı saflarda karşımıza çıkartılır. İdealleştirme, önce zarafet, karşılıksız sevgi ve sonsuz teslimiyeti çağrıştıran tanrısal adıyla Grace’te, sonrasında mükemmel görüntüsü ve doyuruculuğuyla Dogville kasabasında vücut bulmaktadır. Film devam ederken, karşıt mekanizmalar önce toplum tarafından en son da Grace tarafından eyleme dökülmektedir.


Filmi anlatmayı ve belki izlemeyi de zor kılan durum, film bize 2 yan yana duran birbiri içine gömülmeyen ama karşıt olan okuma sunar. Seyirci olarak biz, bu iki okumadan birinin farkında olmayabiliriz… Filmin sonu elbet tüm safları ve hisleri değiştirmektedir, bize aynanın belki de aksini göstermektedir ama sonunu gördüğümüz halde, aynanın aksini anlatmak halen dile dökmede zordur! Mesela; sonsuz merhamet temsili ve ‘iyi’ insan olmak için kendini feda edip tecavüze uğrayan Grace aslında tutsak değil de Dogville mi onun elinde bir tutsaktır? Dogville kasabasının tüm karanlık yönlerini yansıttığına inandırıldığımız Grace, aslında bu kasabayı tüm güçlülüğünü kanıtlamak için bir oyun olarak mı kullanmıştır?

Yönetmen nasıl anlatmaktadır?


Lars Von Trier de seyircilerin zihninde karmaşıklığı manipüle etmektedir. Duvarların ‘gerçekten’ var olmadığı bir düzende, belirli prologlar halinde izleyiciye bilgiyi sunar. Burada, şeffaf ve açık seçik bir düzen varmış gibi gösterilir fakat bu açık düzende duvarları oluşturmak izleyiciye bırakılmaktadır.


İlk tanıştığımız Dogville sakini Tom Edison’a bir bakalım… Bu kişi ahlak vaazları vermekte ve kitap yazmaya çalışmaktadır, fakat ne verdiği ‘ışığı’ yayma çabaları sonuç vermekte ve insanlar ona inanmaktadır ne de zihninde hayal ettiği romana erişebilmiştir. Görünüşüyle iç dünyası arasındaki fark barizdir, tıpkı kelimelerindeki gibi ‘büyük küçük ve soru işaretinden’ ibarettir. Ahlak vaazları ve kendini yazar olarak tanıtması iç dünyasındaki zayıflığı saklamaktadır. Dolayısıyla, yine ikircikli bir durumla karşı karşıya kalırız. Fakat maalesef, bu adamdan başka, Dogville’de yargı mekanizmasına dair başka kimse yoktur. Belediye yoktur, yetkili bir kişi yoktur, hatta kilise papazı bile gitmiştir. Baba işlevinin (sınırların koruyucu bir şekilde belirlenmesinin) eksikliğini görürüz, onun yerine kilisenin korunmasını sahiplenirmiş gibi yapanlar vardır.


Grace’in gelişini bir oyunun başlangıcı olarak düşünebiliriz. Öyle düşünürsek, bu oyunun öncesinde, sahnede Bill ve Tom’un dama oynadıkları sahne önemlidir. Tom, Bill’e yarınki toplantıyı ve kendisinin vereceği vaazları hatırlatır, Bill ise Tom’dan herkesin istediği şekilde yaşamasına saygı göstermesini ister. Tom karşı çıkar ve Bill’e vaazına başlayabilmek için bir örneğe ihtiyacı olduğunu, somut bir hediyeye ihtiyaç duyup henüz bula+madığını söyler. Sonra oyuna başlayacaklarında, Bill bir taşın eksik olduğunu fark eder ve ‘eksik bir parça var, biz bu oyunu oynayamayız’ der. Tom ise eksik parçayı bulur ve oyun başlar. Aslında eksik parça Grace’tir. Dogville oyununu başlatacak ve Tom’un elinde somut bir hediye olacak olan odur.


Hikâyenin sonuna kadar bize verilen; ‘kendi kurallarını kendi koyan, hiçbir ihtiyacı olmayan, sınırlarına kendi karar vermiş bir kasaba’dır. Grace, ilk defa onların küçük arzularını ve hazlarını doyurmayı teklif eder. Vazgeçilmez olmak ve kabul edilebilmek için… Sığınağını yaratmak için… Kasaba halkı da zaman geçtikçe, ilk başta ihtiyacı yokmuş gibi gösterdiği tüm doyurulma ihtiyaçlarını ve baştan çıkarılma aruzlarını Grace’e yansıtacak ve onu mağdur edecektir. Grace, o gelene kadar farkında olunmayan bir uzuvmuş gibi benimsenmektedir kasabada. Herkesin bir organı, bir parçası gibi… Hatta bu filmdeki repliklerde de geçer; Grace ‘Ben’in beyni, Liz’in elleridir.’


Her şey ‘miş’ gibi gösterilmektedir. Kasabada hâkim olan, kendilerinin farkına varmamış gibi yaptıkları bir inkâr oyunu sergilenmektedir sanki. Ucuz bardaklar inceltilerek, kaliteliy’miş’ gibi satılmakta, kör adam kör değil’miş’ gibi davranmaktadır. Elm Sokağı’nda hiç karağaç görülmediği halde isim değiştirilmemiştir. Rahibi olmayan bir kilisede, rahipmiş gibi yapan biri (Tom) vaazlar vermektedir. Grace de, belki onunla birlikte biz de, bu sahte oyuna katılmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. Hatta Grace’in gelişine çok sevinilirmiş gibi, bir yemek verilmekte, çocuklar ‘kardeşlik’ şarkısını söylemektedir, Amerika’nın verdiği kardeşlik… Amerika’yla birleşmeyi reddeden, oy bile kullanmayan bu halk, kutlamalarında bu şarkıyı söylemeleri ilginçtir.   ‘God share his Grace on thee’ sözü geçer şarkıda. Tanrı ‘zarafeti’ni Amerika’yla paylaşır. Kasaba da bundan faydalanıyormuş gibi yapmaktadır.


Filmin sonuna kadar biz izleyiciler, bu kadının merhametsizce işkenceye maruz kalışını, tecavüzleri, değerli olan heykelciklerinin kırılışlarını, yakınlaşma çabalarının işkenceyle karşılık bulmasını seyrederiz. Ve evet belki hepimizin içinde uyuyan bir canavar olduğunu kabul etsek de kendimizden uzak tutarız. Biz izleyenler olarak kendimizi doğruluğun ve dürüstlüğün tarafında konumlandırırız. Yönetmen, bedeni olmayan, transparan’mış’ gibi bir sahne ve tiyatroyu anımsatan bir dekorda filmi çekerek, seyirciler olarak bizi de bu sınırsız tasarıya bir bakıma ortak etmektedir. Tıpkı duvarların ardındaki işkenceleri gördüğümüz halde bu oyuna ses çıkaramamamız ve zihnimizde gerçeklik zeminine yerleştirmek için duvarlar yaratmamız gibi, kendimizle film arasında da duvarlar yaratırız. Hatta Von Trier desteğiyle, kendi içimizdeki duvarları da hayal ederiz. İçimizdeki şeytanı görüp, sonsuza kadar uyuyacağını düşünürüz, asla ‘doğru yolu’muzu, adaletimizi bozamayacağına inanırız.


Filmin sonunda, Grace’in babasını kaçırmış gibi gösterilen çete gangsterlerinden birinin, aslında Grace’in babası olduğu ortaya çıkar. Tam burada belki, babanın konuşmasıyla, aynanın aksi ortaya çıkar. Babayla, kibir üzerine bir konuşma yapan Grace, arabadan dışarı çıkar ve ilk defa Ay ışığında (yönetmenin ışık oyunuyla manipüle ettiği yerlerden en önemlilerinden biri) Dogville halkının kara gölgelerini görür. Ve Grace ‘dünyanın daha iyi bir yer olması’ için tüm haklı yanmaya ve katledilmeye mahkûm eder. Hikâye boyunca, halk tarafından işlendiği varsayılan 7 Ölümcül Günahın aslında Grace’in kendisi tarafından işlendiği görülür. Ve hikâye tersine döner. Filmde bütün bu katledilmeye engel olabilecek bir uzlaşma alanı göremeyiz. Aslında uzlaşma olabilecek ve tüm bu zıtlıkları, parçalanmışlığı, Grace’in de heykelcikleri kırılırken hissettiği ‘derisinin parçalanması’ hissini tamir edebilecek bir nokta olur. Grace filmin sonuna doğru, Tom’un son planına uyar ve kasaba halkının karşısında tüm çıplaklığıyla gerçekleri söyler. Ve her şey açığa çıkacakken, yönetmenin Dogville üzerine yağdırdığı karla her şey örtülür. Beyaz bir örtü, tüm karanlığı kapatır gibi görünür. Bir dönüm noktası olabilecekken, bu kar örtüsü zıtlıkları körükler. Ve ertesi gün, kar hiç yağmamışçasına berraktır gökyüzü ve Dogville. Yağan kar, uzlaşmaya değil, olağanca beyazlığıyla yakmaya ve kör etmeye mahkûm kılmıştır kasabayı…


Acaba Grace’in kasabaya sığınmasından sonuna kadar olan durumunu, psikanalitik çerçevede Donald Meltzer’in estetik çatışmasından yola çıkarak anlatabilir miydik?

Meltzer, anne-bebek ilişkisine özgü olarak öne sürdüğü estetik çatışma teorisinde şunu anlatır; bebek, ana rahminde duyusal olarak sınırlıdır. Sadece, annenin kalbinin ritmi, rahim içindeki sıvı ve belli seslere karşı duyarlıdır. Yeni doğan bebek, sınırsız duyuyla karşı karşıya kalacaktır. Buradan yola çıkıp, Grace ve Dogville’i metaforik düzlemde ele alırsak, Dogville’i bir anne tasviri olarak düşünebilir miyiz? Sadece silah sesleri duyulur, filmin en başında. Tanımlayamadığı bazı sesler duyan, ana rahminde bir bebek gibidir Grace. Dış dünyaya gelir ve Dogville’le karşılaşır. Yeni doğan bebek, anne ile karşılaştığında, onun güzelliğiyle adeta büyülenir. Bu milyonlarca duyu arasında, annenin sıcaklığı, onu doyurması, gözleri, ona güzel gelecektir. Burada, objektif bir güzellikten bahsetmiyoruz, her bebek için annesi güzeldir. Peki, eğer, bebek, hissettiklerini rasyonalize edip dile dökebilse neler derdi?


‘Beni doyuran bu annenin göğüsleri, bana bakan bu annenin yüzü çok güzel… Acaba güzelliğinin arkasında ne var? Karanlık mı? Bu ışığın arkasında ne var? Ona güvenebilir miyim?’


Tıpkı, yeni doğmuş bir bebek gibi, Dogville’in güzelliğine bakan Grace de aynı şeyleri düşünüyor olabilir mi? ‘Bana bakan bu gözlere güvenebilir miyim? Bu dürüst ve kendi halinde insanların, bu güzel manzaranın (hatta Grace’in de belirttiği gibi muhteşem dağların arasında güzel ve küçük bir kasabanın) arkasında ne var? Sığınılacak güvenli bir yer mi yoksa güzelliğinin arkasındaki cadı tırnaklarını beni parçalamak için kullanacak bir Elm Sokağı kâbusu mu?’


Tıpkı Grace’i gördüklerinde Dogville sakinlerinin de buraya ‘fazla güzel ve narin’ olarak baktıkları bu kadının iç dünyasını, arkasını merak etmeleri gibi, Grace de Dogville’i merak eder.


Grace Dogville’e geldiğinde açtır, öyle açtır ki köpeğin etli kemiğini çalar. Kasaba halkının gözleri, Grace’in üstündedir. Acaba bütün bu güzelliğin, kasabanın parçaları, onu kabul edecek ve doyuracak mıdır yoksa parçalayacak mı? ‘Bana nasıl güveneceksiniz ben bir kaçağım’ derken Grace, aynı soruları belki kasaba halkına yöneltecektir; ‘Sizin gözlerinize güvenebilir miyim?’


Kaçtığı babanın dehşetinden sığınabileceği bir yer midir Dogville? Devlet tarafından dışlanmış ve onun kurallarını reddetmiş Dogville, kendi kurallarıyla bir anne sıcaklığında Grace’i kapsayabilecek midir? McKlay (evde oturan kör adam) ile olan sohbeti de buna benzerdir. Pencereleri tamamen kapalı olan, karanlık yerde Grace, ışığı görmek ister. Fakat bu ışık aydınlatacak mı yoksa çok yüksek ışık ‘dağ körlüğü’ne mi sebep olacaktır? Aynı zamanda, ışığın yaratıcısı olarak zihinlerimizde isminin çağrıştırdığıyla Thomas Edison, bu ışığı yaratarak (Grace’in Tanrısal ışığını) kasaba sakinlerini ve hatta kendisini aydınlatacak mıdır yoksa kör mü edecektir? Zamanla Grace’in ışığını vermeyi reddetmesi (Tom’la birlikte olmak istememesi) ve kasabanın Grace’te körlüğe yol açmasıyla, karanlık körüklenecek ve cehennem Dogville yakılacaktır. Anne-bebek üzerinden düşünüldüğünde, duygularını kontrol etmeyi bir düstur edinmiş olan Grace, ‘anne’ liğin zulmü karşısında gözyaşlarını tutamayacaktır. Yedi heykelciği anne Vera tarafından, yasakları aştığı gerekçesiyle yıkılacaktır. Anne, zalimdir. Yedi çocuğa sahip olan Vera (ki bu 7 sayısı da 7 ölümcül günah bakımından anlamlıdır), 7 oyuncak çocuğa sahip Grace’in oyuncaklarını kıracak ve adeta onun yaratıcı olmayışını, doğurgan olamayışını yüzüne vuracaktır. Acaba burada günahlardan biri olan ‘haset’ten bahsedilebilir mi? Vahşi babadan kaçan Grace, yasak elmayı yiyerek bir başka babayla (Chuck ile) ilişkiye girmiştir. Yine bir zıtlıkla karşı karşıya kalırız. Bu aile, Grace’i arzularının doyumu olarak bir yansıtma nesnesi olarak mı kullanır yani kadınlığını, işgücünü ve güzelliğini mi sömürür (ki Chuck Grace’e tecavüz ederken Grace bunu belirtmek amaçlı, ‘yapma sen benim ailemsin’ demişti)? Yoksa Grace, babayı ele geçirdiği başka bir aileden anneyi dışarıda bırakma arzusuyla bu aileyi narsisistik ve tüm güçlü oyunlarını oynayabileceği bir alan olarak mı görür?


Comments


bottom of page