‘Değişmez tek bir kesinlik vardı insan için: Ölüm.’ Doğumdan itibaren kesin olarak olacağını bildiğimiz tek gerçekliğin ölüm olmasını kabul edemeyen zihinlerimiz, çoğu zaman korkuyla karışan bir tedirginlik içindedir yaşam boyunca. Bilinmeyenden tedirgin olan ve onun üzerinde kontrol kurmaya çabalayan zihin, bilinen tek gerçek karşısında neden bu kadar çaresizdir? Sonunun ölüm olduğunu bilerek, bunu kabullenerek yaşamak neden bu kadar zordur? Ölümün ne zaman, nerede ve nasıl olacağını seçemeyişimizin verdiği korku ve tedirginlikle belki, bu çaresizliği alt etmeye çalışırız. Kendi ölümünü seçmek, tüm bu seçemeyişlerimizin öcünü almak, çaresizliği ve olasılıkları tamamen yok etmek midir? Narsisistik bir tümgüçlülük olarak intihar, olasılıklarla dağılan kendiliği yeniden toplama çabası mıdır? Yoksa tüm bunların ötesinde, sadece acıların son bulması mı? Hepsi belki…
1987 yılında Ömer Kavur tarafından beyazperdeye aktarılan, Yusuf Atılgan’ın romanı ‘Anayurt Oteli’ bahsettiğim tüm bu karmaşayı gözler önüne sermek bakımından başarılı bir yapıt. Filmin ve kitabın başkahramanı Zebercet’in iç dünyasının dış dünya ile sürekli olarak çatışmasını konu alan film (ve kitap) Zebercet’in intiharıyla son buluyor. Filmde, iç dünya Zebercet’in konuşmasıyla dışarıya aktarılırken, kitapta kafasından geçen düşünceler olarak verilmiş yer yer. Kitapta iç dünyanın daha çok aktarıldığını görüyoruz. Kohut, ‘Kendiliğin Çözümlenmesi’ adlı kitabında narsisistik yaralanmaya (küçümsenmeye, aşağılanmaya, örselenmeye, vb.) maruz kalmamak için kişinin dışarısıyla az iletişim kurma yoluna gittiğini vurgulamıştır. Zebercet’in karakteri üzerinden düşünüldüğünde, bu durum, içerde olanın dışarıya çıkmasının tehdit verici oluşu ve kendilikte bir dağılmaya yol açacağı düşüldüğü için dış dünyayla az iletişim kurulmasıyla alakalı olabilir. Beyazperdede iç dünya insanların ‘gözleri önüne’ serildiğinde, tedirginlik vericidir, görsel olanla görünür olmayanın anlatılması zordur. Dolayısıyla, filmde iç konuşmalara daha az yer verilmiştir.
Zebercet, 28 Kasım 1950 yılında, annesi 44 yaşındayken 7 aylık olarak dünyaya gelmiştir. Annesi, 3 tane düşük yapmıştır onu doğurmadan önce. Düştü düşecek kaygısıyla dünyaya gelen Zebercet, sanki doğumundan itibaren bir zamansızlığın, erken gelmenin, geç kalmanın, ölümün ve doğumun arafında olmaya zorunlu olmuştur. Sahiplenemediği suçluluk duygusu da doğumdan itibaren yakasını bırakmamıştır. Annesinin karnında bile 9 ay bekleyememesi sürekli yüzüne vurulan Zebercet, daha annesinin rahminde bir dölken suçlu bulunmuştur. Bu, sürekli olarak ötekine atfedilen suçluluk, Zebercet’in kendi hayatında da önemli bir yere sahip olacaktır. Öyle ki, ortalıkçı kadın Zeynep’i öldürmek bile ona bu duyguyu sahiplendiremeyecektir. Annesi, o sünnet olduğu yaz ölmüş, babası ise askerden döndükten iki ay sonra hayatını kaybetmiştir. Toplumsal olarak erkekliğe adım atma basamaklarından olan sünnet olma ve askere gitme süreçlerinin ardından ebeveynlerini kaybeden Zebercet, erkekliğinin sebep olduğu kayıplarla gelen utanç (ve de suçluluk) ve babayı yenmekten ayrıca cinsel dürtülerini doyurmaktan aldığı haz arasında sürekli olarak gidip gelecektir. Zihnin tüm bu karmaşası, sembolik düzeyde ‘Anayurt Oteli’ olarak karşımıza çıkar. Bu otelin yönetimi, babası öldükten sonra Zebercet’e verilmiştir. 3 katlı 14 odalı bu otelde, her bir oda, sanki Zebercet’in kendiliğinin dağılmış parçalarını sembolize eder. Anayurdunda, otelin çerçevesiyle (yangından sağ çıkmış sağlam bir yapıyla) ayakta duruyor gibi görünen bu kendilik parçaları, zamanla dağılacak ve Zebercet, doğduğu odada hayatına son verecektir.
Zebercet’in dağılması, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının, 1 no lu odada (doğduğu oda) bir gece kalmasıyla başlar. Kadının nüfus kâğıdı yoktur. Varla yok arasındaki bu kadın, gecikmeli trenle gelmesi bakımından, doğurmak için geç kalan annesini çağrıştırır, bir yandan da Zebercet’in zamansızlığıyla özdeşleşir. Genital bir cinsellikten öte, çocuksu bir cinsellikle (yakın olma isteğiyle) bağlanılan bu kadını, Zebercet beklemeye başlar.
Kendi kendine arada soracaktır; “Ne bekliyordu bu kadından, ya da bir kadından?”
‘İnsanca bir yakınlığa, sıcaklığa…’ olan derin arzusu zaman zaman ortaya çıkar fakat bildiği tek yol haz almaktır. Bebeğin, annenin memesiyle bütünleşmesi, ondan aldığı hazzın aynı zamanda fiziksel olarak onu doyurması gibi, Zebercet de, ‘doyurulma ihtiyacı’ içerisinde kadını düşünmeye başlayacaktır. Ondan kalan nesnelere odaklanacaktır; giderken bıraktığı havlu, bitmeden sönen iki sigara ve çay bardağındaki izler. Havlu önemli bir sembol olarak karşımıza çıkar. Otelde, ilk baştan beri kalırken gördüğümüz Emekli Subay olduğu varsayılan kişinin odasında da, bu kadının odasında olan havlunun aynısından vardır. Zebercet, köyden havluyu almaya gelen adamlara, kadının kaldığı oda yerine Emekli Subay’ın kaldığı odayı gösterdiğinde, oradaki aynı havluyu görünce şaşırır. Havlu, çıplak bedene sarılan, ‘sarınmak’ için kullanılan bir nesnedir. Adeta ebeveyn temsili olan bir geçiş nesnesi olarak karşımıza çıkar havlu. Zebercet, kadın gittikten sonra, havluyla bütünleşmek ister, çıplak bedeniyle havlunun üzerinde mastürbasyon yapar, sonra havluyu tekrar kadının bıraktığı yere geri koyar ve gelmeyecek olanı beklemeye devam eder. Emekli Subay ise, asker olması bakımından (öyle varsayılıyor) kural koyucu olanı, emredeni sembolize eder. Doğduğu odanın üst katında, 2 no lu odada kalır 1 hafta. Fakat adam, sonradan öğrenileceği üzere kızını boğmuştur (bozmuş mu der Zebercet). Bu yüzden de, sürekli tedirgin ve şüphecidir. Otelin giriş katında oturup geleni, gelmeyeni kontrol eder. Zebercet, adamın varlığıyla kendini kısıtlanmış hisseder, onun da kadınla bir alakası olduğunu düşünür. Rekabete girdiği ve kısıtlandığı baba temsili (üstbenliğin sembolü) ile sürekli karşı karşıya olmaktan dolayı rahatsız olan Zebercet, bir yandan da Emekli Subay’ın otelden ayrılmasını istemeyecektir, çünkü o giderse yönetim ve kontrol de gidecek, dağılacaktır. Bir gece, kadının kaldığı odadaki çay bardağını öpmek üzereyken, yukarıdan gelen gürültüyle Zebercet, çay bardağını elinden düşürür ve bardak kırılır. Anneyle yakınlaşmak isteyen çocuğa, babadan gelen bir tehdittir sanki bu, ya da içsel dürtülerini doyurmak isterken üstbenliğin ağır bir şekilde araya girişidir. Artık oda bozulmuştur, kadın gelmeyecektir. Kadın yerine, havlusunu almaya için adamlar gelirler. Adamlar, Emekli Subay’ın odasındaki havluyu alır ve giderler. Korunan tek nesne de gider, yönetim dağılır.
Zihnin yönetiminin ve kontrolünün dağılmaması sanki Zebercet’in tekrarladığı bazı ritüellere bağlıdır. Onu, bu dağılmış odalarında ayakta tutan şeyler, muhtemelen oteldeki numaralar, sayılan ve ayrı ayrı zarflara konulan paralar, deftere sürekli yazılan isimlerdir. Her sabah aynı saatte çalan alarm, sürekli aynı saatte kaldırdığı Zeynep (ortalıkçı kadın) , her Perşembe tıraş oluşu, ayaklarını yıkaması vs. Zebercet’i bir şekilde dengede tutar. Hatta Zeynep ile geceleri birlikte oluşu bile bu döngünün içinde var olmasını sağlar. Kadının gelip gitmesiyle ve Emekli Subay’ın otelden ayrılmasıyla birlikte, tüm bu düzen altüst olur. Zebercet’in cinselliğinin nesnesi yoktur. Zeynep’in yüzünü bile görmez birlikte olurken, Zeynep de uyanmaz uykusundan. Parça kendilik algılayışını bu sahnelerde de görürüz. Zeynep’in göğüsleri ve vajinasıdır Zebercet’in gördüğü. Bütünleşmiş bir kadın imgesi olarak görmez onu. Bu bakımdan, derin yalnızlığıyla birleşen mastürbasyondan farkı yoktur bu birlikte olmaların. Bir yandan da, Zebercet’in görülmeyişinin de bir yansımasıdır bu durum. Zeynep, uykusunun arasında ‘hoşt köpek’ der. Oysaki Zebercet rüyasında onunla birlikte olduğunu görmüştür, yüzüne bakmıştır ve Zeynep ona ‘nasıl seninim’ demiştir. Kimsenin gözlerinde görüldüğünü hissetmeyen Zebercet, burada da hayal kırıklığına uğrar. Bu görülmeme, görüldüğünde ise sadece aşağılanma, dış dünyada da devam edecektir. Kestaneci adam ona ‘maşatlık taşı’ der ve kovar, sinemadan zorla dışarı atılır, otele gelmesini teklif ettiği kadın onu kandırır. Geçmişte ise, askerliğinde hor görülür, küçükken ‘anası erkek doğurmuş, Zebercet hamur yoğurmuş’ denilerek aitsizliği vurgulanır. Dışarıda agresyon, küçümsenme ve tercih edilmemeden başka bir şey yoktur. Horoz dövüşüne gittiği gece, yakınlık gösteren oğlana cinsel bir istek duyar. Belki de, yakınlaşmak için başka türlü bir yol bilmiyordur. Fiziksel doyurulmayla psikolojik doyum (ve de haz) iç içe geçmiştir. Hatta kimlikler de iç içe geçer, ismini soran oğlana, Ahmet der, babasının ismini söyler. Oğlan horozları ayırmak isteyenlerle ilgili sorar; ‘Niye ayırmak istediler abi?’, Zebercet cevap verir; ‘Belki sonuna dek gitmekten korkuyorlardır, sonunu görmekten.’
Tüm bu gidip gelmelerin, iç dünya ve dış dünya yarılmasının, zihnin karmaşasının içinde Zebercet, Ağır Ceza Mahkemesinde kendi kendini yargılar, sanıkla birlikte ayağa kalkar. Nedeni yoktur suçunun, bir insanı öldürmesinin, kediyi öldürmesinin, kendini öldürmesinin. Annesinin tüm akrabalarının ölümlerini anlattığını, yorumlar yaptığını, olasılıklar ortaya koyuşunu hatırlar zaman zaman. Annesinden kalan tek hatırayla belki, olasılıklar kurar kafasında. Otele gelen müşterilerin hep arkasından bakar, hep arkasını düşünmeye zorlar zihni. Kapalı kapıların ardındaki sesleri yorumlar. Otele gelen öğretmen çiftin sevişmelerini duyar, kadının adı annesinin adıyla aynıdır. Hep tahmin etmek zorundadır karanlıkta olanları. Fakat bir gün, olanakların, olasılıkların sonuncusunu seçer. ‘Olanaklardan birini seçeli, kararını vereli uykuları daha bir rahattı.’ ‘Bedenin dayanma gücünü zorlamak da bir çeşit kendini öldürmek değil miydi?’ diye sorar. Ne ölü ne de sağ olarak yaşadığı anayurdunda, 2 no lu odadan sarkıttığı iple 1 no lu odada (doğduğu odada) hayatına son verir, boğularak. Emekli Subay’ın, içselleştirilmemiş ideal ebeveyn imagosunun, üstbenliğin sözleri kalır akılda ‘Gene iyi dayandınız.’
İntihar gerçekten bir seçim midir? Farkında olunmayanları kontrol etme biçimi olarak kendi ölümünü seçmek, tüm ızdıraplardan kurtarır mı insanı? Bu noktada, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanından bir sözle bitirmek istiyorum yazıyı; ‘Hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız.’
* İlhan Berk, ‘Tümceler, Geliyorum!’ adlı şiirinden alıntıdır.
Psikeart Dergisi
Comments