Var olmak için atılan ilk adımda, cennetten kovulmanın isyanında yükselen çığlıklar… O cennet geri gelir mi? Ayrıldığımız/ayrılmak zorunda bırakıldığımız anne bedenine, o güvenli ve sınırsız doyum veren yere geri dönmek mümkün müdür? Ya da ne kadar eksiğiz oradan kovulduğumuzda? Zaman, ayrılmanın verdiği eksikliği tamamlamakla mı geçiyor? Kim bilir…
Ayrı kalabilme/ayrılabilme kapasitesi üzerine düşünüldüğünde, birçok psikanalitik kuram bizleri ‘içsel nesnenin kaybı’na götürür. Önemli kuramcılardan biri olan Bion 1962 yılında yazdığı bir makalede, bebeğin ‘yokluğu’ deneyimleyebilmesini, annenin, bebekle arasındaki ‘göbek bağı’yla somutlaştırılmış bağı, zihinsel ve duygusal bir bağ ile değiştirebilme kapasitesine sahip olmasına ve o ‘kapsayan ve tutan’ ortamı sağlayabilmesine bağlar. Fiziksel kapsama, doğumdan sonra, zihinsel ve duygusal bir kapsamayla yer değiştirir. Dolayısıyla bebek zamanla, annenin ‘var oluşunu’ zihinsel ve duygusal olarak içselleştirir ki, fiziksel ayrılıkla böylece baş edebilir. Bağlantılı olarak, fiziksel olanın yokluğu, duygusal olarak da yok olmak anlamına gelmeyecektir. İçsel bir annenin, kapsayan, koruyan içsel bir nesnenin varlığı, fiziksel olarak ‘yok olmanın’ yarattığı kaygıyı dindirecektir. Eksiklik hissinin yarattığı endişe tolere edilecektir. Fakat anne-bebek arasındaki bu sağlıklı ayrılma gerçekleşemezse, ayrı olma ve ayrılık, hayat içinde var olmayı tehdit eder hale gelir. Anneden fiziksel olarak ayrı kalma/ayrılma, hayattan tamamen koparılmayı, cennetten kovulmayı, uzayda (havada) salınır halde kalmayı ve zamanın sonsuzluğundan atılmayı simgeler ve endişe uyandırır. İşte insan, var olabilmeyi, tüm bu endişelerle baş ederek gerçekleştirebilir, kendiliğini kavrayabilir, ötekini var edebilir, zaman akmaya devam edebilir. Evet, Euripides’in de dediği gibi ‘insan endişeden yaratılmıştır’ ve belki de tüm hayatını bu durumla baş etmeye çalışarak geçirecek ya da geçiremeyecektir.
“Yıldızlar kör olduğunda, tüm gökyüzü karadığında, endişe baş edilemez olduğunda geceyi aydınlatacak bir nesne bulunabilecek midir? ”
Ayrılamama, zamansızlık ve var olma/yokluk kavramlarını anlatırken, ‘İnsan endişeden yaratılmıştır’ sözüyle başlayan Onur Ünlü’nün ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’ adlı filmiyle karşı karşıya kalıyorum. Baştan sona, insanı endişenin en derinliklerine iten, ayrılamamanın yaşattığı yokluğu, dolayısıyla hiç var olamamayı düşündüren bu filmden, kişiye verdiklerinden ya da belki aldıklarından ayrılmak da bir hayli zor oluyor. Zihnimde asılı kalan her sahneyi bütünleştirebilmek için, tekrar izlemek istediğimde, izleyememenin verdiği çaresizlik, filmdeki sahneleri bir araya getirerek tamamlamayı ve ayrılabilmeyi de engelliyor. Moda Sahnesi’nde filmi izlememin ardından, film zihnimde ne kalabiliyor ne de gidebiliyor, son sahnede de olduğu gibi, ‘havada asılı’ kalıveriyor.
Anne bedeninden kopup, dünyaya atılmış hisseden insanın depresyon ve boşluğunu simgeliyor sanki filmin siyah ve beyaz renkleri. Bir yandan da, çelişkili olan zıt duyguları, iyi gelen ve yok edeni… Film, eksik olan ‘conta’ ile başlıyor. Babası, Cemal’e ‘conta’yı bulmasını söylüyor. Eksik olan, belki hayatın başında olan eksikliği hatırlatıyor ve Cemal bileklerini keserek ölmek istiyor, eksikliğin olmadığı o güvenli ve sınırsız doyum veren yere geri dönmek için. İlk ayrıl(ama)ma ile burada karşılaşıyoruz. Cemal ölemiyor ve kan ağlayan bir psikiyatristin odasında buluveriyor kendisini. Belki de tüm film boyunca, ayrılamamaktan doğan zamansızlığın içinde bir döngüde buluveriyor insan kendini. Cemal’in motosikletinin dönen tekerleri gibi, zamansızlığın içinde dönüp duruyoruz ve çıkamıyoruz. Cemal’in de dediği gibi "Bazen bir tekerlek dönüyor kafamda. Ben kendim döndürüyorum o tekerleği kafamda. Nasıl desem böyle... Bir tekerlek kuruyorum aklımda. Onu hayalimde döndürmeye başlıyorum. Sonra gözlerimi açıyorum, dursun diye... Durmuyor, durmadan dönüyor."
Cemal’in de dediği gibi "Bazen bir tekerlek dönüyor kafamda. Ben kendim döndürüyorum o tekerleği kafamda. Nasıl desem böyle... Bir tekerlek kuruyorum aklımda. Onu hayalimde döndürmeye başlıyorum. Sonra gözlerimi açıyorum, dursun diye... Durmuyor, durmadan dönüyor."
Cemal’in, ayrılamama sahnelerinden bir tanesi de, balkon sahnesi. Cemal, cezalandırdığı karısından dolayı kendisini cezalandırılmış hissettiği için, belki de koparılıp atıldığı dünyada, yitirilmiş olana (annesine) olan öfke ve nefretiyle baş edemeyip bunu anne temsili eşine, Yasemin’e yansıttığı için, ondan özür dilemek istiyor. Bu sahnede, Yasemin’i evin önündeki balkonda, Cemal’i ise karşısında, balkonun aşağısında, sanki çocuk boyunda görüyoruz. Af diliyor Cemal, Shakespeare’in sonelerinden esinlenerek… ‘Sen! Tüm göklerin en güzel yıldızlarının ilki! Sen! Sen aydınlatırsın geceyi…’ Fakat bu zamansızlığı durduran Cemal’in babası oluyor. Bir anda, sahneye girip gerçekliği getiriyor. Cemal yine koparılmış hissediyor, cennetinden bir kez daha kovuluyor. Döngüsünün içine hapsoluyor ve terk edip gidemiyor.
Filmin içinde, Cemal’in annesinden koptuğu ‘yanmış evi’ni görüyoruz. Zamanı geri döndürmek mümkün değil, annesi, babası ve kardeşleriyle bir arada olduğu o evi yanmaktan kurtarmak imkânsız. Zamanın geri döndürülemezliği, bizi, ayrılmak ve ölümle ilgili kaygımızla yüzleştiriyor. Zamanın geçtiğini ve geri dönmeyişini algılıyor olmak, devam eden bir değişim içinde bir şeylerin bittiğini de kabul edebilmektir. Zamansızlık, süreci ve değişimi reddetmek/inkâr etmekten geçer. Zamansızlık, ölümün kaçınılmazlığından kaçmaktır. Modell ‘in 1996 yılında bir makalesinde dediği gibi, ‘Ölüm, zamandan kaçarak alt edilir.’ Filmin son sahnesinde, belki de, tüm o ilaçları içerek, Defne’nin sihirli kollarıyla durdurduğu zamanda Cemal, ölümü ve ayrılmayı deneyimlemekten kaçarak deneyimliyor. Bileklerini keserek ilk sahnede yaşayamadığı ayrılık ve ölümü, son sahnedeki zamansızlığıyla, belki de ilaçlarla, asılı kalan cennete ulaşamayarak (sevgilisini gitmekten alıkoyamayarak) yaşıyor ve tek başına tüm döngülerini durdurduğu evrende yok olmaya yüz tutuyor.
Gecesini aydınlatacak nesneyi, karısını, Yasemin’i geri getirmek için, çaresizliğinden kurtulmak için, ayrılmamak için, bir başkasının sihirli parçasını kullanmak istiyor Cemal. Ama bunu yapamıyor. Sarıp sarmalayan, tutan ve ‘zamansızlığı’ veren o kolların fiziksel varlığının, sevgilisini geri getireceğine inanıyor ama olmuyor. İçsel koruyan ve kapsayan nesnenin eksikliği ve duygusal bağın yoksunluğuyla yüz yüze kalıveriyor. Uçağa gidemiyor, yerinde kalamıyor, sevgilisi de bu zamansızlıkta gözünün önünden gidemiyor, kalamıyor. Havada asılı kalıyor her şey. Bir bütün olarak algılanamayan kendilik (bedenden ayrı olarak işlev göreceğine inandığı o zamansızlık veren kollar), bağ olmayınca hiçbir işe yaramıyor, tıpkı daha önce Yasemin ile Cemal’i uçuran o ilaçların duygusal bağ koptuğunda uçuramadığı gibi. Zamandan kaçarak alt etmek istediği ‘ayrılık’ ve ‘yokluk’un endişesi, yok edilemiyor. ‘Endişeden yaratılan insan’, tolere edemediği ayrılık ve endişesiyle, var olmak ile yok olmanın arasındaki zamansızlıkta döngüsünün içinde asılı kalmaya mahkûm oluyor.
Fiziksel olanın yokluğunun, duygusal olarak da yok olmak anlamına gelmeyecek olması, ayrılabilme/ayrı kalabilme kapasitesiyle bağlantılıdır. Filmde, zihnimizde soyut olarak var olan, hayalini kurduğumuz sözcüklerin ve duyguların somut biçimde yaşandığını görüyoruz. Yasemin ile Cemal mutluluktan uçuyor, Defne ile Cemal’in başlarına taş yağıyor, doktor kan ağlıyor, vs… Duyguların somut biçimde yaşanması, her şeyin görsel olması, elle tutulabilmesi, insanın kendiyle baş başa kaldığında zihninde oluşabilecek soyut hisleri de yok etmez mi? Altları bomboş olmaz mı o zaman tüm duyguların? Ayrılabilmek, ayrılınca zihinde tutabilmek mümkün olur mu? Zor gibi görünüyor. Çünkü böyle olunca, somut olarak var olmamak, soyut olanın sembolize edilememesini getiriyor.
Filmdeki çoğu insanın sahip olduğu olağanüstü güçler, tüm bu zamansızlıklar ve endişeler içinde hiçbir işe yaramıyor sanki. Cemal duvarların arkasını görebiliyor, Yasemin nesneleri hareket ettirebiliyor ve Defne zamanı durdurabiliyor. Zamansızlık içerisindeki döngüde, umudu besleyen ve ayrılmak zorunda bırakmayan ‘endişe’, insanı tüm güçlerinden, ego işlevlerinden alıkoyuyor belki. Sadece, elini silah olarak kullanabilen adam düşündürüyor bizleri. Cemal, “Geçen kuşu vurdun ya sen, o kuş vardı da, yok ya artık. Annemler de yok. Kardeşlerim. Vardılar da hep, yoklar ya şimdi? Biz buradayız. Biz olmasaydık, ne olacaktı? Ne olacaktı o zaman? Olmasaydık ne olacaktı?” diyor. Var oluşunu sorgularken, aslında hiç var olamadığını anlatıyor. Birinden ayrılabilmek için o kişinin var olması lazım, bizim var olmamız, ‘ben’in ‘öteki’nden ayrışabilmesi lazım. Cemal, tüm bu zamansızlığın ve döngünün içerisinde, karşı karşıya kaldığı ölümle, ayrılabilmeyi ve yas tutabilmeyi yaşayamıyor belki ama zihinde şu soruyu bırakıyor, acaba ölüm ayrılabilmeye zaman tanır mı?
Psikeart Dergisi
Comments