1 Kasım 2014 tarihinde Başka Sinema kapsamında gösterime girecek olan ‘Kumun Tadı (Seaburners)’ filmi, doğa ve insanın karşılıklı çatışmaları, güç mücadeleleri ve insanın doğa karşısındaki konumunu konu alıyor. Yönetmenliğini Melisa Önel’in üstlendiği film, yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi. 64. Berlin Film Festivali’nde Forum bölümünde, Berlinale seyircisiyle buluşan ‘Kumun Tadı’, insan kaçakçılığını, mülteci olmanın aitsizlik hissini ve insanların sıkışmışlıklarını konu alması bakımından önemli bir yere sahip. Ayrıca film, Selanik Film Festivali’nde Agora Works in Progress Post-Prodüksiyon Ödülü’ne de layık görülmüş.
Filmin tüm sahnelerinde, doğa çok belirgin ve önemli bir yere sahip. İlk sahneden itibaren kendini belli ediyor; şiddetli rüzgâr, deniz ve dalgaları. Deniz kıyısında, kumlar üzerinde cansız gibi yatan bir adam görüyoruz film başlarken. Sonradan anladığımız kadarıyla, bu adam Hamit (Timuçin Esen). İlk ve son sahnede tekrarlanan bu sahne, aslında film içinde insanların bu Karadeniz’e kıyısı olan sahil kasabasından kaçmak isteyip de başa dönmelerini, ilerlemek isteyip de gidememelerini sembolize ediyor. Yönetmene göre, ‘deniz’ hem somut anlamda hem de metafor olarak kullanılmış. Melisa Önel, denizin doğal bir sınır olduğuna vurgu yapıyor. Deniz, ‘öteki’ yakaya geçmek için aşılması gereken güçlü bir sınır. Filmdeki, Denise (Mira Furlan) karakteri de aslında, geçilmek istenen o yakadan gelen bir yabancı. Botanik uzmanı olan Denise, doğayı incelemek için kullanıyor. Filmdeki diğer karakterler için bir engel ya da saklanmak için sığınılan bir liman gibi olan ‘doğa’, Denise için merak duyulan ve incelenen bir olgu haline dönüşmüş. Sanki bir tek o korkmuyor doğadan. Suların içinde yürüyor, karanlıkta Hamit’in yanına gidiyor ve korkmuyor.
Hamit, Ali (Mustafa Uzunyılmaz) ile kömür taşıma kisvesi altında insan kaçakçılığı yapıyor. İkisi birbirleriyle büyük çatışma içindeler. Yardımcıları Mehmet (Ahmet Rıfat Sungar) ise güçsüz, otoritenin dediğini yapmakla yükümlü bir karakter. Tüm öfkesini otorite karşısında gösteremeyen, boyun eğen karakterlerde bekleneceği üzere, Mehmet de olağanca öfkesini, sertliğini ve acımasızlığını kaçmak isteyen, ona muhtaç olan insanlara gösteriyor ve belki de bir kadının çocuğuyla birlikte ölümüne sebep oluyor.
Hamit’in Denise ile olan ilişkisi, aitsizlik içinde bir aidiyet bulma çabasını simgeliyor sanki. Hamit, gitmek istediği uzak diyarlara gidiyor ama yapamayıp yabancı ülkelerde, geri dönüyor. Denise ise, Hamit’in ‘yapabildiği’ ve belki de başarabildiği tek ‘şey’. Onunla olan ilişkisi, belki de sınırı geçmiş gibi hissettiriyor Hamit’e. Denise ise, sorgulamak istiyor, sanki biliyor Hamit’in ne yaptığını, ama sormuyor, susuyor. Ait hissetme ve aidiyetsizlik, filmin birçok yerinde vurgulanmış; kimlikleri yakmak ve insanları konulacak yerin bulunamaması, Hamit’in Mehmet ile kaldığı odadan sürekli kaçmak istemesi, Mehmet’in gitme hayalleri (aslında dile getiremeyişi)… Tüm bu aidiyetsizlik içinde, filmde aralıklı olarak karanlıkta koşuşan Hamit’i görüyoruz, hatta göremiyoruz. Kaçmak isteyen insanların, ahıra ya da teknenin karanlık bir köşesine hapsedilip, dışarıda gelen küçücük bir ışığa muhtaç olmaları gibi, biz de Hamit’e neler olduğunu görmek istiyoruz, olmuyor. Denizin kıyısında görüyoruz onu, cansız yatarken…
Filmde, çok fazla sembol kullanılmış. Aslında önemli bir konuya parmak basmak isterken, imgelerin, sembollerin içinde kayboluyor insan. Doğa çekimleri bakımından fena olmasa da, anlatılmak istenenin aktarılması bakımından yetersiz kalmış gibi gözüküyor. Birçok yerde, bittiğini sanıyor insan filmin. Yönetmen belki de, mültecilerin o ha bitti ha bitecek hissini anlatmak için yapmıştır bunu bilemiyorum fakat tüm bunlar, bu semboller, kafa karışıklığı yaratıyor. Melisa Önel, ilk uzun metraj deneyiminde belki de kendi fotoğraf karelerindeki imgeler gibi bir imgesel anlatıma yer vermek istemiş fakat soyutun içinde somut olanı aramaktan yoruluyor insan.
*fikrisinema
Comentários